Hollanda-Türkiye ilişkileri 12 Mart 2017’de “diplomatik cinnet” olarak nitelenen Rotterdam’daki olaylardan sonra alabildiğine bozulmuş ve belki de tarihinin en kötü dönemlerinden birini yaşamıştı. Cornelis Haga’nın ilk Hollanda büyükelçisi olarak İstanbul’a atanıp dönemin padişahı I. Ahmet tarafından Hollandalılara “ahidnâme” verilmesinin üzerinden 405 yıl geçti ve bu süre zarfında Türkiye-Hollanda ilişkilerinin bu kadar bozulduğu bir dönem yaşanmamıştı.

Aradan geçen 10 aylık sürede, krizin çözümüne dair gözle görülür herhangi bir adım atılmadı. Tabiatıyla bunda Hollanda’da 4 partili koalisyon hükümetinin yakın zamanlara kadar kurulamamış olmasının önemli bir etkisi oldu. Nitekim Rutte’nin lideri olduğu Liberal Parti (VVD) öncülüğünde 4 partili koalisyon hükümetinin kurulmasının üzerinden uzun bir süre geçmeden, bizzat Başbakan Rutte, Türkiye ile ilişkilerin düzelmesi konusunda bir “zeytin dalı” uzattı. Hollanda’nın en yüksek tirajlı gazetesi De Telegraf’ın “Rutte Türklere kapıyı açık tutuyor” başlığıyla verdiği Noel röportajında Rutte, Türkiye ile ilişkilerin hâlihazırda “soğuk” olduğunu belirterek “İlişkilerin düzelmesinin iyi olacağını düşünüyorum. Türkiye bir NATO ortağı ve şu an iki ülkede de büyükelçilik yok. Yani yaşananlar bir tiyatro değildi” dedi.

Bakanlar seviyesinde ilişkilerin devam etmesine rağmen, 12 Mart’taki olaydan sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan ile hiçbir temasının olmadığını da ifade eden Rutte, ayrıca Türkiye’nin NATO üyesi olmasına ve Avrupa’ya yönelen göç akınını durdurma konusundaki önemine vurgu yaptı. Bununla birlikte, Rutte’nin “yaşananlar tiyatro değildi” ifadesiyle tam olarak neyi kastettiği ve ikili ekonomik ilişkilerin hız kesmemesine rağmen, Türkiye ile ilişkilerin düzelmesi konusunda neden şimdi bu açıklamayı yaptığı ise izaha muhtaç yönler barındırıyor.

İlişkiler neden bozulmuştu?
Hatırlanacağı üzere, Hollanda genel seçimlerinin hemen öncesinde, 12 Mart’ta Hollanda, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun uçağının iniş iznini iptal etmiş, Rotterdam’da Aile Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’ya “diplomatik cinnet” olarak nitelenebilecek akıldışı-histerik bir uygulamada bulunmuş ve akabinde Rotterdam’da polisin Türk protestoculara yönelik “atlı-köpekli” malum saldırıları yaşanmıştı. Daha sonra ise Türkiye-Hollanda ilişkilerinde siyasi-diplomatik anlamda etkisi hâlâ alabildiğine devam eden kriz/kırılma gelmişti.

Türkiye ile Hollanda arasındaki ilişkilerde “Rotterdam krizi” bardağı taşıran son damla olsa da, önceki yıllarda yaşanan Türklere yönelik bazı olayları da hatırlamalıyız. Hollanda’daki Türk kurum-kuruluşları ve bazı STK’lara yönelik son 3-4 yıldır –özellikle bir önceki hükümet döneminde– devam eden algı operasyonlarını öncelikle zikretmeliyiz. Bu meyanda “Yunus çocuk” olayıyla gündeme gelen, evlerinden alınan Türk çocukları meselesi, Diyanet imamlarına yönelik tutumlar, Lahey Din İşleri Müşavir Vekili Yusuf Acar’ın “istenmeyen adam” ilan edilmesi gibi olayları da, Rotterdam krizi öncesinde Türkiye-Hollanda ilişkilerindeki olumsuz gelişmeler olarak sayabiliriz.

Türkiye-Almanya-AB ilişkilerinde düzelme sinyalleri ve Hollanda
Rutte’nin yaptığı açıklamanın, son dönemde AB cenahından –özellikle de Almanya’dan– Türkiye’ye verilen olumlu sinyallerle de alakası var. Hatırlanacağı üzere, ilişkilerin düzelmesi yönünde benzer bir açıklama da Almanya’dan gelmişti. Almanya Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Maria Adebahr, Türk hükümetiyle görüşmeleri devam ettirmeye ve ilişkilerdeki gerilimi azaltmaya hazır olduklarını söylemişti. Yine Kasım ayı başında Almanya Dışişleri Bakanı Gabriel planlanmamış bir ziyarette Antalya’da Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ile buluşmuş ve Çavuşoğlu bu buluşmayı Twitter’dan “Ülkelerimiz arasındaki zorlu konuları ve beklentilerimizi konuştuk” diye duyurmuştu. Yakın zamanda Çavuşoğlu’nun da Almanya’ya iade-i ziyarette bulunacağına dair kulis bilgileri var.

Bu itibarla gerek Türkiye-Almanya gerekse Türkiye-Hollanda arasındaki ilişkilerin düzelmesine dair art arda gelen olumlu açıklamalar, sadece iki ülke arasındaki krizle izah edilemez. Burada AB’nin ve Avrupa’nın Türkiye’ye bakışı, AB’nin konjonktürel dinamikleri başta olmak üzere, Türkiye’nin global ve bölgesel tercihleri, dünya siyasetindeki paradigmal değişimler, eksen kaymaları ve nihayet Türkiye’nin İngiltere ile yakınlaşması ve ABD ile yaşadığı gerginliklerin de rolü vardır. Mesela AB ülkelerindeki –aşırı sağ partiler hariç– Trump ABD’sine daha ilk günden itibaren yönelen mesafeli duruş da burada zikredilmeli. En son Kudüs meselesinde de bu duruş iyice tebellür etti. Kudüs meselesi de gösterdi ki AB ile Türkiye adeta “ortak cephe”de ABD karşısında birleşiyor. Tabir yerindeyse, Türkiye-AB ilişkilerinde olumlu anlamda bir “Trump etkisi” söz konusu. Bütün bu olgular ise aslında Türkiye-Hollanda ve Türkiye-AB ilişkilerindeki kırılmanın konjonktürel yönlerinin baskın olduğunu gösteriyor.

Yine bu anlamda Amerika’nın açıkladığı Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgesi’nde (UGSB) açıkça belirtilmese de, Almanya ve AB de hedeftedir. En son Papa’nın Trump ABD’sine mesafeli duran tutumuna da bu vesileyle işaret edelim. Daha ziyade Fransa’nın öncülük ettiği, AB ortak savunma gücü kurulmasına yönelik çalışmaları da biliyoruz. Bu savunma gücü aslında –öyle bir izlenim verilmese de– NATO’ya alternatif olup burada Türkiye, AB açısından, doğu Avrupa’nın savunmasında olmazsa olmaz önemdedir. Haliyle böyle bir konjonktürde AB Türkiye ile ilişkilerin tamirini çıkarlarına daha uygun buluyor. AB içindeki önemli ülkelerden biri olan Hollanda’nın başbakanı Rutte’nin son açıklamasının bu çerçeveyle de ilişkisi olsa gerektir.

Öte yandan Hollanda-Türkiye ilişkileri ile Türkiye-Almanya ilişkileri benzerlik gösterse de, ayrışan yönlere de sahiptir. Bu ise Almanya ve Türkiye’nin Balkanlar ve Ortadoğu başta olmak üzere, jeopolitik bir rekabet içinde olduğu bölgelerde çıkarlarının çatışmasıdır. Bu anlamda manipüle edilemeyen, yönlendirilemeyen ve hatta yeni bir dünya düzenine yol alındığı günümüz reel politiğinde, Rusya ile ikili ilişkilerini güçlendirip Rusya-İran ile bölgesel bir ittifak oluşturmuş ve hatta son Kudüs kararında olduğu gibi global anlamda da etki gücüne sahip güçlü bir Türkiye, Almanya’nın –ve nihayet AB’nin– pek arzu ettiği bir şey değildir. Bu anlamda Türkiye-Hollanda ilişkileri nispeten farklı bir konumdadır.

Rutte’nin açıklaması ve Türkiye’nin tutumu
Rotterdam krizi sırasında başbakan olan Rutte’nin bu açıklaması, Hollanda ile Türkiye arasında ortaya çıkan krizin çözümüne dair tek taraflı bir irade beyanı olması bakımından özellikle not edilmeli. Bu açıklama rastgele, ayaküstü yapılmış bir açıklama da değil. Hollanda karar vericileri tarafından üzerinde düşünülmüş, Türkiye’ye yönelen bir “zeytin dalı”dır. Dolayısıyla ilişkilerin tamirinde bir başlangıç olabilir. Aslında Rutte Rotterdam olaylarının hemen akabinde, “Türk başbakanıyla hızlıca yemek masasında buluşmalıyız” açıklamasını da yapmıştı. O dönemde, Rutte’nin bir yandan bu açıklamayı yaparken bir yandan da Wilders’in önde götürdüğü seçim atmosferinde “kontrollü bir kriz”in işine yarayacağını ve bunun partisine (VVD) seçimlerde puan kazandırabileceğini düşündüğü ve dolayısıyla “güvenlik ve kamu düzeni” argümanıyla olayları tırmandırdığı şeklinde değerlendirmeler de yapılmıştı. Nitekim Rutte’nin galip çıktığı seçimlerde bu olayların partisine en az 6-7 milletvekili kazandırdığı o dönemde yazılmıştı.

Bu itibarla, Rotterdam olayı sebebiyle Türkiye-Hollanda ilişkilerinde yaşanan kırılmanın/krizin konjonktürel olduğu düşünülebilir. Seçimden galip çıkan Rutte aradan geçen 7-8 aylık sürede 4 partili koalisyon hükümetini geçtiğimiz aylarda ancak kurabildi. Hükümetin kurulmasının üstünden çok uzun bir süre geçmeden Rutte’nin yaptığı bu açıklama, Türkiye ile ilişkilerin düzelmesinde daha istekli tarafın Hollanda olduğunu gösteriyor. Türkiye ise Rutte’nin bu çağrısını not etti, ama şimdilik bir anlamda duymazdan geliyor. Hatta Ankara’da, Almanya’dan gelen ilişkilerin düzeltilmesi çağrılarına olumlu yanıt verilip bu yönde adımlar atılırken, Hollanda için daha ziyade “onlar biraz daha beklemeli” anlayışının hâkim olduğu gelen kulis bilgileri arasında. Şayet durum böyleyse, bu Ankara’nın Almanya ile olan ilişkilerdeki kırılma ile Hollanda ile olan kırılmayı aynı kefeye koymadığı anlamına gelir. Zira Hollanda dışişleri eski bakanlarından Ben Bot’un da Rotterdam olayı sonrasında vurguladığı üzere, Hollanda uluslararası hukuka ve diplomatik teamüllere aykırı hareket etmiş, adeta Türkiye’ye yönelik bir “diplomatik cinnet” hali sergilenmiştir. Bu itibarla Türkiye haklı olarak retoriğin ötesine geçen daha ileri adımlar bekliyor.

Hollanda’daki Türklerin genel beklentisi ve krizin geleceği
Çok uzak olmayan bir zamanda bu krizin çözümü yönünde, mutlaka bir irade beyanı taraflarca ortaya konacaktır. Zira iki ülke arasında yukarıda da ifade ettiğimiz üzere 405 yıllık geçmişte ciddi hiçbir sorun yaşanmadığı gibi, siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel zeminlerde önemli işbirlikleri var. Tarihin bu krizin sürdürülebilir olmadığını söylediği gibi, Hollanda’da yaşayan 400 bin Türk arasındaki genel kanaat de bu krizin devam etmemesi, bunun uzun vadede Hollanda’daki Türklerin menfaatlerine zarar verdiği yönünde. Hatta bu minvalde, ilişkilerin düzeltilmemesinden Hollanda’daki Türklerin zarar gördüğünü ifade eden “açık mektup” dahi yazılmış, bu mektup Hollanda basınında yer almıştı.

Bütün bunlar, Türkiye-Hollanda ilişkilerinin düzeltilmesi için uygun bir vasatın oluşmakta olduğuna işaret ediyor. Ne var ki Türkiye’nin krizin sona erdirilmesi için öne sürdüğü bazı şartlar şu veya bu şekilde dikkate alınmaksızın bu krizin çözülmesi –gerçekçi olmak gerekirse– zor görünüyor. Zaten yukarıda da işaret edildiği üzere, Ankara’daki tutum da bu yönde. Çözüm için yapılması lazım gelen öncelikli işler olarak, Türkiye’ye yönelik negatif algı operasyonlarına prim vermemek, Hollanda’daki Türk kurumlarına ve STK’lara yönelik son 3-4 sene zarfında oluşturulan asimilasyon eğilimli entegrasyon politikalarından vazgeçilmesi, önemli bir adım olacaktır.

Öte yandan, bu krizin aşılmasında, Hollanda’daki Türk STK’ları ve Hollandalı ve Türk işadamları da önemli işlev görebilir. Zira günümüz post-modern dünyasında STK ve ekonomi diplomasisi gittikçe daha fazla önem kazanıyor. Türkiye’de en çok yatırımı olan ülkeler içinde Hollanda 2711 şirket ve 22 milyar dolarlık yatırımla birinci sırada geliyor. Rotterdam krizi sonrasında da bu ilişkiler kesilmeksizin devam etmişti. Yine yaklaşık 400 bin Türkün yaşadığı Hollanda’da 23 bin Türk girişimcinin bulunduğunu da not edelim.

Şu halde gerek Hollanda’daki Türk STK’ların genel eğilimi gerekse ekonomik ilişkilerin hız kesmeden devam etmesi, 12 Mart Rotterdam kriziyle kesintiye uğrayan Türkiye-Hollanda siyasi-diplomatik ilişkilerinin düzeltilmesinin iki ülkenin –ve özellikle de Hollanda’daki Türklerin– yararına olacağını gösteriyor. Başbakan Rutte’nin son açıklaması da bu yöndeki bir iradenin beyanı mesabesinde. Ne var ki dönemin konjonktürü içinde krizin oluşmasında ve tırmandırılmasında başat role sahip olan Rutte’nin –ve nihayet Hollanda’nın– söylem ve retorikten öte adımlar atması da Türkiye’nin şu anki haklı beklentisi.

[Prof. Dr. Özcan Hıdır İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi ve Rotterdam İslam Üniversitesi'nde öğretim üyesidir]

AA