40 yıl önce bugün 16 Mart 1976 yılında rahmetli Oğuz Aral’ın elinden almıştım 75 TL’lik telif ücretimin makbuzunu...
O günün ve mesleğe başlamamın anısına, ustamız Oğuz Aral’ın ölümü üzerine daha önce yazdığım Oğuz Aral ve Son Gırgır başlıklı yazımdan bir aıntı yaparak kendimce bu günü kutlamal istedim...
Lise birinci sınıfa gidiyorduk (1976). Haftanın diğer günleri ile cuma sabahları beyazla siyah gibi farklı olurdu. Haftanın dört günü esneyerek, mıymıntı mıymıntı ilk dersin başlamasını bekleyen bizler için cuma sabahları çok farklıydı. Sınıfa getirilen Gırgır dergisi sayısı kadar öbekleşir (ilk zamanlarda tek öbek, sonları sınıfa giren Gırgır sayısı ile birlikte üçe çıktı) dergiyi okumaya başlardık. Birimiz konuşma balonlarını okurken karikatürü görebilmek için oluşturduğumuz öbek yumak ilk dersin hocasının sesi ile çözülürdü. Her hafta olmasa da iki haftada bir, sınıfımzdan Özkan Altıntaş´ın da karikatürleri önce çiçeği burnundalar arasında, daha sonra arka sayfada (burnundaki çiçeklerden kurtulmuş amatör çizerlerin karikatürleri arka sayfada yayınlanırdı) çıkıyordu. Bir cuma sabahı, ikinci tenefüste arkadaşım Tacettin Koç, Sınıfın En Gırgırları başlığı altında yayınlanan fıkralardan birini okuyup bitirince bir kahkaha tufanı koptu. Ardından "Pendik Lisesi´nden Nufel Yavuz" demesiyle bütün arkadaşlarımın "Vay be!"si tek bir ağızdan sınıfa doldu, tüm gözler bana çevrildi, bacaklarımdaki derman da o an kesiliverdi. Aradan bir hafta geçmeden bulduğum bir espriyi Özkan Altıntaş çizdi. Oğuz ağabeyi hep Özkan´dan dinlerdik o güne kadar. Pazartesi yine karikatürlerini götürecekti Özkan. "Ben de gelmek istiyorum" dedim, kabul etti. Çünkü benim bir fıkram yayınlanmıştı Gırgır´da, üstelik kendisine yol arkadaşlığı yapacaktım. Öğle sonu gidiliyor çok geç vakitte dönülüyordu, biliyordum. Bu yüzden aileler çok tedirgin oluyordu. Ortam da pek tekin değildi o yıllarda. Ülkede siyasi bir kaosun, sağ sol kavgalarının, her geçen gün tırmandığı yıllardı. İki arkadaşın birlikte gitmesi aileleri biraz olsun rahatlatıyordu. Pendikten trene bindik, Haydarpaşa, Karaköy, Cağaloğlu... Tren, vapur, belediye otobüsü üçlüsüyle toplam iki saati aşkın bir yolculuk yapıldı. Esprisini bulduğum karikatüre adımı yazmamasını söyledim. Çünkü Özkan, Oğuz ağabeyin şaçma sapan esprilere çok kızdığını söylüyordu hep. "Ya benim esprimi de beğenmezse? Ya Özkan: "Oğuz ağabey, espriyi ben değil, bu yanımdaki buldu!" derse ve Oğuz ağabey beni azarlarsa... Yol boyu Özkan Oğuz ağabeyin ne kadar asabi biri olduğunu anlatıyor, ben de içimden karikatüre adımı yazdırmamakla ne kadar doğru bir iş yaptığımı düşünüyordum. Kolllarının altında dosyalarla bekleyen yirmi otuz kişilik kuyruğun en sonunda yerimizi aldık. (O zamanlar henüz sıra numarası alınmıyordu. Genç karikatürcülerin sayısı artınca müracaatdan artık sıra numarası alınıyor olduğunu duydum!). Saat 22: 00 sularında sıra bize geldi. Oğuz ağabeyi yorgun, bir o kadar da sinirli görmek Özkan´ın anlatıkları ile birleşince dizlerimin bağının çözüldüğünü hissettim. Özkan dosyayı masanın üstüne koydu. Oğuz ağabey elindeki bitmiş sigarasını sağ tarafına yere doğru atmasıyla "Coz" diye bir sesin çıktığını duydum. Özkan sanki hazırol vaziyetinde duran bir emirerini anımsatıyordu. Bir iki adım sola kayarak "COZ" sesinin geldiği yere baktım. İçinde katranı andıran yaklaşık otuz cm yükseklığinde, ğç dört litre büyüklükte bir kavanoz görüm. Sigarasının küllerini, biten sigaralarını bu kavanozun içine atıyordu demek. "Bu espri kaç kez çizildi Özkan?" diyor masanın sol tarafına koyuyordu beğenmediklerini. Sonra telif makbuzunu çıkardı, 300 TL yazdı. (İki karikatür beğenmişti) Bana bakarak; "Senin karikatürlerin nerede?" dedi. İkinci kez dizlerimin bağı çözülmüştü. Duyulur duyulmaz bir sesle; "Biz birlikte geldik efendim." dedim. Gözlüklerinin üstünden o meşhur bakışıyla baktı. Daha başka şeyler söylememi istiyor düşüncesiyle. "İki hafta önce bir fıkram yayınlandı. Ben çizemiyorum efendim." dedim. "O zaman sen de espri bulmaya çalış, madem bu işi bu kadar seviyorsun..." dedi.
BİR ANI: TEZENE ve TARAMA
Saz, Oğuz Abinin hayatında karikatürden sonra gelen olgudur bence. Saz çalmayı ve türküleri çok sevdiğini biliyordum. Saz ve türkü denince de akla gelen ilk isim elbette Arif Sağ ağabeyimizdir. Oğuz Abi, Arif Sağ ile sıkı dost olduğunu onları tanıyanlar iyi bilirler. O ne kadar çizgilere can veriyorsa Arif Hoca da tellere can verme bilgi ve becerisine sahiptir. Bir gün bu iki dev karşılıklı sohpet ederlerken, Oğuz Abi saz çalmaya başlar Arif Hocanın yanında. Çalıp söyledikten sonra Oğuz Abi Arif Hoca; “Nasıl saz çalmayı biraz geliştirmiş miyim? Nasıl buldun?" diye sorunca Arif Hoca Oğuz Abiyi kendi cümleleri ile cevaplar: “Sevgili Oğuz, hani sen gençlere hep gereksiz taramalardan kaçının diyorsun ya, hah işte öyle. Sende şu tezeneyi kalem gibi düşünür gereksiz tarama (mızrap atma) yapmazsan çok daha güzel olacak.” Bu anektodu 6 yıl önce Rotterdam konserinde Arif Hocaya anlattığımda ilk reaksiyonu; “Sende mi Oğuz Aral´ın talebesisin?” olmuştu.
Yavuz Nufel