Nefretin gölgesinde siyaset ve Yeşilgöz’ü bitmeyen çatışmalara sürükleyen yol

Dilan Yeşilgöz-Zegerius, Hollanda siyasetinde yıldızı parlayan isimlerden biri.

Abone Ol

Türkiye’de doğmuş, küçük yaşta ailesiyle Hollanda’ya mülteci olarak gelmiş bir liderin, bugün mültecilere karşı böylesine sert politikalar izlemesi sizce de düşündürücü değil mi? Bu tabloyu sadece bir partinin stratejisine veya seçmen kaygılarına bağlamak eksik kalır. Çünkü işin içinde çocukluk deneyimlerinin ve bilinçaltının gölgesi var.

Çocuklukta yaşanan duygusal deneyimler bilinçaltımıza derinlemesine kodlanır ve farkında olmadan hayatımızı etkiler. Başarı veya mutluluk anında bile bu kodlar tetiklenebilir; öfke, kaygı veya suçluluk gibi duygulara yol açabilir ve hem içsel huzuru hem de ilişkileri olumsuz etkileyebilir. Bu yüzden psikolog ve psikiyatristler genellikle çocukluk deneyimlerine odaklanır; amaç, bilinçaltındaki bu kodları fark etmek ve yeniden yapılandırarak sağlıklı tepkiler geliştirmektir.

Değerli okurlarım, Yeşilgöz’ün hikâyesine yakından baktığımızda aslında hepimizin anlayabileceği bir insanlık hâli görüyoruz. Henüz çocukken Hollanda’ya adım atan Yeşilgöz, dil bilmeden yeni bir ülkeye alışmaya çalıştı, ailesinin yaşadığı ekonomik sıkıntıları kendiside paylaştı, farklı kültürden geldiği için dışlanmanın acısını hissetti. Bu zorluklar, dışarıdan bakıldığında başarıya dönüşmüş olsa da, belliki derinlerde çözülmemiş duygular bırakmış.

Unutmayalım ki psikolojide en büyük travmalardan biride Göç’tür.

Siyasal bilimler eğitimi alan Yeşilgöz, teorik olarak topluma dokunan, kapsayıcı politikalar üretmeye hazır bir birikime sahipti. Ama iş pratiğe geldiğinde özellikle göçmenler ve mülteciler konusunda sert kararlar aldı. Adalet ve Güvenlik Bakanlığı döneminde mülteci aile birleşimlerini zorlaştırması, göç akınını olduğundan büyük gösterecek açıklamaları, dini sembollere karşı yasakçı tavrı ve güvenlik politikalarında aşırı katılaşması, kısa vadede parti tabanına hitap etse de uzun vadede topluma fayda getirmedi. Bugün gelinen noktada, bu sert yıkıcı ve ötekileştirici politikaların Hollanda’nın birliğini güçlendirmek yerine toplumsal gerilimi artırdığı açıkça ortada.

Bunun en somut yansımalarını geçtiğimiz günlerde Den Haag sokaklarında gördük. Aşırı sağcı grupların polis araçlarını ateşe vermesi, Nazi söylemlerini meydanlarda dile getirmesi ve Hollanda polisine karşı şiddet göstermesi, ülkenin hangi noktaya sürüklendiğini bizlere gösteriyor. Şunu sormak gerekmez mi: Eğer siyaset dilini nefret ve dışlayıcılık üzerine kurarsa, toplumda şiddet ve nefretin yükselmesi kaçınılmaz olmaz mı? Bu olaylar, nefret siyasetinin ülkeye kazandırmadığını, aksine kutuplaşmayı ve radikalizmi tetiklediğini kanıtlamıyor mu?

Psikoloji bize şunu söylüyor: İnsan bazen kendi travmasının tersine düşer. Çocukken mülteci olmanın acısını yaşayan biri, ileride benzer durumda olanlara karşı daha sert ve mesafeli olabilir. Bu bir tür savunma mekanizmasıdır. Kendi acısıyla yüzleşmemek için başkasına sertlik göstermek.

Acaba Yeşilgöz’ün hikâyesi de böyle bir tabloyu mu anlatıyor?

Elbette siyasette strateji, güç dengeleri ve seçmen beklentileri vardır. Ama siyaset aynı zamanda insana dokunma sanatıdır. Öfke ve nefret duygusuyla alınan kararlar, kısa vadede siyasi puan kazandırsa bile, uzun vadede topluma fayda sağlamaz. Bunun net bir şekilde gerçekleştiğini yapılan anketlerde partisisnin hızla sandalye kaybetmesinden görmekteyiz.

Bir liderin gerçek gücü, kendiyle barışmasında saklıdır.

Belki de Yeşilgöz’ün yapması gereken şey, bir süre siyasetten geri çekilip içsel iyileşmeye odaklanmak. Kendi travmalarıyla yüzleşmek, öfkeyi dönüştürmek, kimliğinin iki yanını barış içinde birleştirmek.. Ancak o zaman daha kapsayıcı, daha empatik ve gerçekten faydalı bir lider olabilir.

Üstelik böyle bir dönüşüm bir günde gerçekleşmez. Yoğun siyasi baskının içinde iyileşmeye odaklanmak neredeyse imkânsızdır. Kendiyle barışmak ve nefret duygusunu dönüştürmek zaman, farkındalık ve enerji ister. Kısa süreli denemeler yüzeyde kalır; gerçek değişim için süreklilik ve istikrar gerekir. Bu yüzden en ideal senaryo, siyaseti en az bir yıl bırakıp tamamen içsel iyileşmeye odaklanmak; ardından geri döndüğünde hem kendisi hem de toplum için daha faydalı bir lider olabilmektir.

Soruyorum size: Kendiyle barışmamış, içinde öfke taşıyan bir lider, topluma huzur verebilir mi? Cevap aslında hepimizin yüreğinde gizli.

Saygılarımla,Saadet Koral